11 Kasım 2020 Çarşamba


ATATÜRK'E  
Bazı ölüler vardır; hiç bir zaman ölmezler
Silmek istersiniz adını her yerden,
Ne varsa onu hatırlatan, yok etmek istersiniz de,
Hiç ummadığınız bir anda, çıkıverirler karşınıza!

Müfredattan çıkartır atarsınız, öğrenmesin çocuklar onları!
Ne demişler? "Adınızı hatırlayan son insan öldüğünde ölürsünüz."
Silersiniz işte her yerden, adını taşıyan ne varsa, cadde, sokak, mahalle...
Güneşin doğuşunda çıkar karşınıza, ne yapsanız nafile!

Ret edersiniz yaptıklarını, yapmadı diye inkar edersiniz,
Hatta daha da öteye gider, türlü hakaretler eder, iftiralar atarsınız,
Tam her yerden, her şeyden sildim dediğiniz anda;
Bir çocuğun özgürce gülüşünde çıkar karşınıza!

Bazı ölüler vardır; isteseniz de öldürmeye gücünüz yetmez!
Her an çıkıverirler karşınıza; tam da bitti dediğiniz anda.
Bir kız çocuğunun gülüşünde, oğlan çocuğunun umut dolu türküsünde,
Çıkıverirler karşınıza, çıkıverirler Atatürk gibi Türk ulusunun kaderinde!

82 Sene önce bedenen kaybettiğimiz Gazi Mareşal Mustafa Kemal ATATÜRK'ün aziz hatırasına...
11 Kasım 2020
Kudret Harmanda

 


18 Mart 2020 Çarşamba

KANLI SU TASI


KANLI SU TASI

            İbrahim yenice gelmişti koyun gütmeden. Anası Esme kadın merdivenin başında bekliyordu ya, pek bi durgun, pek bi üzgün gelmişti anasının duruşu. “Hayırdır gadın anam, ne oldu bi marak mı var?” dedi İbrahim. Anası usul usul indi merdivenlerden. Konuşmuyor, sadece sessizce ağlıyordu. “Desene ana, bi marak mı var? Durmuş’a mı bi şey oldu yoğusam?” diye üsteledi İbrahim. “Yok oğul, yok yiğidim. Ne marağı olacak suna boylum, kınalı koçum? Sadece muhtar Üsen (Hüseyin) geldi böğün.” Derin bi nefes aldı Esme kadın, içi sıkılıyor, söylemeye korkuyordu ya, neylersin mukadderat kaçış yok elbette söylenecek. “Desene ana, ne oldu ne dedi muhtar Üsen?” iyice meraklanmıştı İbrahim. Esme kadın “Celp kağıdını getirmiş. Cepheye çağırıyorlar a sürmeli goçum seni.” Derken artık tahammülü kalmamış, bırakıvermişti kendini. Hüngür hüngür ağlıyor, bir yandan da boynuna sarıldığı oğlunun yüzünü, boynunu öpüyordu. “Gız ana dur hele! Neye ağlar neye parçalarsın kendini? Vatan borcu bu gı, başka şeye benzer mi? Elbet gideceğiz, elbet düşmana çakmak çakıp, süngü ile karşı duracağız.” Diye teselli ediyordu İbrahim garip anasını.
Evin en büyük çocuğuydu İbrahim. Babası öleli dört sene olmuş, evin bütün yükü omuzlarına binmişti. Babasına Tan Süleyman derlerdi köyde. Genç, babayiğit, pehlivan adamdı babası. Güreşirdi, tan atmadan uyanır, sabah ezanlarında dağı bulurdu. Köy yerinde lakap takmak pek meşhurdur ya; “Tan atmadan yaylaya varmazsam o gün aç kalırım.” Dediği için Tan Süleyman deyivermişlerdi Süleyman pehlivana. Bir harman zamanında sarı sancı tutmuştu Süleyman Pehlivanı, boncuk boncuk terlemiş, iniltisi koca obayı sarmıştı da, sabaha karşı başında Esme kadın Yasin okurken ruhunu teslim edivermişti. Aydın İncirliova’dan göçüp gelen Koca İbrahim’in oğlu Tan Süleyman Pehlivan yine tan atmadan ruhunu teslim etmişti yaratana. Ardında bir dul eş, iki oğlan üç kız bırakıp ulu göçe çıkmıştı. Durmuşcuk daha iki yaşındaydı, emzikten bile kesilmemişti daha.
Ondan sonra hayat hiçte kolay olmadı İbrahim’e. Her işe o yetişiyor, anasının eli ayağı, gözü kulağı oluyordu. En büyük çocuk kendisiydi. Esme kadının ilk göz ağrısı, evinin direğiydi. Pehlivandı İbrahim, güreşirdi. Uzun boylu, yakışıklı, hele bi de yürüdü mü, kumral saçları savrulurdu ya omuzlarının üstünde… Komşu kızı Dudu’ya yangındı bir de. Gizli gizli bakarlardı birbirlerine, kimseler görmesin, duymasın diye utana sıkıla…
Yapılacak bir şey yoktu işte. Celp kağıdı gelmiş, köyden gidecek askerler akşam medresenin yanındaki Hafızların odasında toplanmışlardı. Muhtar Hüseyin her birine teker teker baktı. On sekiz mecburi yükümlü ile üç de gönüllü vardı. “Cuma günü namazdan sonra kalkamakta (mezarlığın üstündeki asker uğurlama yeri) toplanıp nasipse sizi yolcu edeceğiz. Hazırlıklarınızı ona göre yapın. Çavdır’dan garagoldan gelip alacaklar sizi.” Dedi muhtar. “Cumaya da iki gün var.” Dedi İbrahim içinden. Hafızların taş odaya bakıyordu şimdi. Bu oda dedesi Hafızlardan Hacı İsmail tarafından yaptırılmış, gelen giden garip gureba gelsin yatsın, gecelesin diye köye vakfedilmişti. O da tıpkı anası Esme kadın gibi odanın önündeki medresede okumuş, Arap Hocanın tedrisatından geçmişti. Okumuş kadındı anası, 7 sene Kozağacı medresesinde Arap Hocadan ders almış, icazet almış ve köyün kızlarına hocanımlık yapmıştı. Ufak tefek bir kadındı Esme kadın. Ama dağ gibiydi ya, değme erkeğin yapamadığı zorlu işlerin altına girerdi. Çift sürer, ekin biçer, kızak koşar, döğenle harman döver, bağ bostan eker dikerdi. Yaman kadındı şu Esme kadın. Beş çocuk doğurmuştu Esme kadın. İbrahim dedenin adıydı, ilkiydi, ilk göz ağrısıydı.  Sonra Şerife olmuştu. Ardından Fatmana ve Dudu, en son da Durmuş. Tan Süleyman Pehlivan öldüğünde Durmuş iki yaşındaydı. İbrahim 14 yaşındaydı babacığını toprağa verdiklerinde. Şimdi aradan geçen dört senenin sonunda padişah sancak-ı şerifi kaldırmış ve seferberlik ilan etmişti. Cuma günü yolcuydu nasipse. “Kaderde ne varsa o yaşanır bre!” dedi, kendi kendine eve dönerken. Dudu gilin evinden zayıf bir ışık sızıyordu. Yatsı okunmuş, herkes evlerine çekilmişti. Baktı o yana, belki bir ihtimal ya görürüm diye. Dudu’nun babası Osman dayı damın başında kar kürüyordu. “Noldu ula İbram? Ne vakıt gediyonuz gari?” dedi Osman dayı. Yerdeki karın ışıltısı üstüne vuran ayın şavkı ile bilmişti komşu oğlunu. “Cuma günü nasipse Osman dayı, Cuma namazından sonra.” Dedi İbrahim. “Hayırlısı dayım, hayırlısı!” diye mukabele etti Osman dayı. Eve girdiğinde bacılarının ve Durmuş’un çoktan uyumuş olduğunu gördü. Anacığı Kuran-ı Kerim okuyordu. Eyi yetiştirmişti Hacı İsmail kızı Esmayı. Henüz yedi yaşındayken hafize olmuştu Esma. El gibi kız çocuğu okumaz dememiş, medreseye salmıştı. Arap hoca okutmuştu Esmayı. Çok isteyeni olmuş, çok taliplisi gelmiş ama o Aydınlı Koca İbrahimin oğlu Süleyman’a meyil vermiş, ona varmıştı. Beş vakit namazını hiç geçirmezdi Esma. Hele üç aylar girdi mi, zinhar oruçsuz geçirdiği gün olmazdı. “Yavrım; namaz borcu ödenir, oruç borcu ödenir. Olur ki ödeyemeden emir hak vaki olur ölür gidersiniz. Allah merhametlidir, rahmandır, rahimdir olur ki affeder. Emme ve lakin sakın ha! Sakın el uzunluğu etmeyin. Kimsenin zemmini, gıybetini etmeyin. Irızına, namusuna kör bakmayın.  Kul hakkı ödenmez! Aç gezin, karnınıza taş basın emme hırsızlık etmeyin. Kimsenin hakkına girmeyin.” Derdi beş kuzuna her daim.
Cuma günü Cuma namazından sonra on sekiz mükellef, üç gönüllü toplandı köylülerle birlikte kalkamakta. Arap Hoca dualarını ettirdi. Herkes helallik verdi. Çavdır karakolundan bir çavuş ve iki askerin nezaretinde Türkten (Ambarcık köyü) gelen askerlerle birlikte Kütük Meşede birleşip  Tefenni’ye yola çıktı askerler. Gökbelden Karamusa’ya doğru çıkıp giden bu kafile Kara Kuzu gediğini aşınca içlerinden birisi başlayıverdi ya acı acı söylemeye;
Asker Olduk Çentelerimiz Dikildi
Gelinlik Kızların da Boynu Büküldü
Analar Babalar Kalkamaktan Döküldü
Ağlamayın Analar Ağlamayın Babalar
Biz Yine Geliriz
Gelmezsek,
Vatan Yoluna Kurban Oluruz!...

            İbrahim gittikten sonra evin bütün işleri Esme kadına ve büyük kızı Şerife’ye kalmıştı. Her gün bir arpa ekmeği sadaka veriyordu Esme kadın. “Oğlumun yoluna, önüne gerilir. Ben aç yatayım da oğlumun çöreği (sadakası) kalmasın.” Der di hep.
İbrahim bir buçuk sene sonra izine geldi. Çavuş olmuş, müfrezesi varmış. Öyle de yakışmış ki asker urbaları, deme gitsin! Çanakkale’yi anlatırdı anası ve kardeşlerine. Cehennemi yaşamıştı orada. Kaç kere ölümden dönmüş, kaç kere süngü yemiş, kurşun sıyırıp geçmişti. Anasına diyemese de merak etmişti ya, çatlayacaktı neredeyse. En küçük bacısı Dudu’yu çağırdı hanaya (eski evlerde balkon). “Osman dayının Dudu nerelerde bacım? Görünmedi hiç.” Diye sordu bin bir merakla. Birazda alacağı cevabın korkusu vardı içinde. Ya evlenip gitmişse, değil mi ya? Köy yeri burası, kızın yaşı on beş oldu mu verirlerdi ere. Küçük Dudu ağasına “Dudu aba Oylumuara (Uylupınar köyü) gitti abasının yanına. Abası doğurmuş da orada duracakmış bir süre.” Deyince dünyalar onun oluverdi. Birkaç gün sonra gelivermişti Dudu. Onu  uzaktan uzağa görünce kanatlanıp kuş olası gelmişti İbrahim’in. Anasına açtı konuyu; “Ana ben Osman dayının Dudu’ya vurgunum. Adı belli olsun, iste onu bana. Söz keselim.” dedi. Esme kadın güngörmüş, akıllı, ulu kadındı. Bilirdi oğlunun komşu kızına içten içe yanık olduğunu. Lakin sırası değildi şimdi. İbrahim askerdi. Daha bitmemişti askerliği. Hele ki seferberlik devam ederken böyle bir şey yapması son derece yanlış olurdu. “Oğul, canım oğul, koç yiğidim, gözümden sakındığım göz bebeğim oğul. Şimdilerde böyle bir şey yaparsak yanlış olur. Seferberliğin ne vakit biteceği belli değil. Hele sen hayırlısı ile teskereni al, sılana dön. O zaman düşünürüz böyle işleri. Şimdi zamanı değildir can oğul.” diyerek bu işin önünde engeller olduğunu anlattı Esme kadın oğluna. “Peki, ana, dediğin gibi olsun. Emme bi yol deseydik. Bi adını koysaydık. Hem beklerdi beni Dudu, ha anam olmaz mı?” dediyse de anasının kararını değiştiremedi İbrahim.
Sayılı gün tez geçer misali üç haftalık izin de bitivermişti. Anasının elini öptü, kardeşlerini öpüp yola koyuldu İbrahim. Konya’ya varıp müfrezesi ile birlikte doğuya, Erzincan’a hareket etti. Çanakkale’den sonra yeni cephe Bayburt-Erzurum cephesi, düşman da Moskof gavuru idi.
İbrahim’den üç kere mektup aldı Esme kadın. Moskof gavurunun zorlu bir düşman olduğundan, 3 metre karın içinde çarpıştıklarından, zaferi kazanacaklarından bahsediyor, bacılarını, küçük Durmuşu, anasını sorarken komşuları Osman dayıyı da sormadan etmiyordu. Sonra arkası kesildi mektupların. 1917 senesinin ağır kışı gelip çatmıştı zemheri ile birlikte. Geçim iyice zorlaşmış, artık arpa ekmeğine katacak mısır unu da bulunamaz olmuştu. Esme kadın arpa ekmeğinin içine azda olsa mısır unu koyardı. Ecekteki ya da Kemerde ki tarlada ekip hasat ettikleri darıyı su değirmeninde öğütür, az az arpa ununa karıştırırdı. Hiç olmasın kara arpa ekmeğine azıcık mısır tadı verirdi. Durmuşcuk yiyemezdi ya bu arpa ekmeğini, ona ettiği bir iki mısır ekmeğinden yedirirdi Esme kadın. İşte o mısırın da sonu gelmişti. Hem de daha zemheri başında.
Her gece düşüne girerdi oğlu İbrahim. Onu askere saldığı günden beri her gece görürdü. Son iki üç gündür görmez olmuştu düşünde. İki üç gündür yüreğine bir ağırlık da gelip çökmüştü ya; zemheri soğuğunda yanıyordu Esme kadın. Kızlarda farkındaydı ondaki bu hallerin. Şerife bir iki sormuş, hep üstünkörü cevaplar almıştı. Sabah namazından sonra oğulsuz koyunlardan (kuzusu ölen koyunlara oğulsuz, yavrusuz denir) ikisini sağdı Esme kadın. Bakraca koyduğu sütle medreseden hocası olan Arap hocanın evinin yolunu tuttu. Eve varırken yüreğini bir şeylerin sıkıştırdığını hissediyor, sanki mengeneye alınmış gibi sıkışan yüreğinin ağırlığından boğulacak gibi oluyordu. Arap hocanın hanımı Sultan ana evin avlusundaydı. Gelirken görmüştü Esme kadını. “Buyur gel Esma, geç kızım.” dedi Sultan ana. “Buyurduk geldik Sultan anam. Eyi mi ettik, kötü mü ettik bilmeyon emme, alaca garankıda (karanlıkta) geldik gari.” diye cevap verdi Esme kadın. “Hayır diyelim hayır olsun a gızım. Hayır olsun, hayırlar beri, şerler öte getsin. Geç hele, çık yukarı Arap hoca camiden geldi.” diyerek yukarı çıktılar. Arap Hoca rahlenin üzerine koyduğu Kuran-ı Kerimi okuyordu. Bilirdi ki Arap Hoca kitaptan okumaz, ezberinden okurdu Kuranı… Teni esmer olduğu için köylüler adını Arap Hoca demişlerdi medresenin en gedikli müderrisine. O da ses etmemiş, Arap Hoca olmayı kabul etmişti. Gerçek adının Ahmet olduğunu pek az kişi bilirdi. Hoş, bir Allahın kulu da kalkıp Ahmet Hoca demezdi ya, neyse. Hem Esme kadına, hem de oğlu İbrahim’e hocalık etmiş olan Arap Hoca 90 yaşını devirmesine rağmen hala dinç ve aklı başındaydı. Usulca mindere ilişti Esme kadın. Arap Hoca okumasını bitirip “Hoş geldin kızım. Hayır olsun inşallah.” dedi. “Hocam, hayır mı, şer mi bilemedim. Askere gettiği günden beri oğlum İbrahim her gece düşüme girerdi. Üç-dört gündür hiç göremez oldum. Size sorayım dedim, bu nedendir diye. Onun için sabahın bu kör vaktinde rahatsız ettim sizi.” dedi Esme kadın. Arap Hoca bir yandan sakalını karıştırırken öte yandan Esme kadına bakıyordu. Yüzü birden değişmiş, doksanlık bu koca çınarın esmer simasında hüzün bulutları çökmüştü. “Onlar gitti kızım Esma, onlar hazreti peygambere komşu oldular!” diye konuşunca ne diyeceğini bilemedi Esme kadın. Koçaş dağı gelip çökmüştü yüreğine, çığlık bile atamamış, Arap Hocaya bakakalmıştı. “Ne ediyorsun hoca? Öyle şey denir mi bu garipceğize?” diye çıkıştı Sultan ana. Onu bile duymuyordu Esme kadın. Fırladı çıktı Arap hocanın evinden. Ağlıyor, ağlıyor, ağlıyordu. Bağırıp çağırmak, kendini dağlara vurmak istiyordu. Ama yapamazdı, evde bekleyen üç kız bir oğlancık geliyordu aklına. Eve döndü Esme kadın. Şerife yenice koyunlara ot burması asmış, eve çıkıyordu. “Ne oldu gız gadın anam? Neye ağlarsın böyle? Yoğusam bi şey mi var?” diye soran kızını duymadı bile Esme kadın. Çıktı eve, yatakta uyuyan Durmuşu kucakladı, bağrına bastı. Ağladı, inilti çıkarıyor, bağırıp çağıramıyordu. Ona öyle öğretilmişti. Şehitlerin ruhu incitilmez, yasını bile sessiz etmesini bileceksin, şehir anası olduğunun farkında olacaksın. Ağır başlı ve vakur olacaksın denilmişti. Bu coğrafyanın kaderiydi bu. Acını bile sessiz yaşamak, kaderine boyun eğmek, tevekkül etmek… Esme kadın da öyle yaptı. Acısını sessizce yaşadı. Sessizce ağladı, sessizce kıyılan ciğerinin acısını çekti sinesine.
Çok geçmedi zemheri çıkmadan muhtar İbrahim’in şehadet kağıdını, künyesini getirdi. 3 Kânunuevvel 1333’te (3 Aralık 1917) şehit düşmüştü İbrahim çavuş. Moskof gavuru çekilirken onların ardından kalan Ermeni tümeni ile tutuşulan harpte şehadete ermişti.  Gözüne bile bakamadığı ilk göz ağrısı, kınalı koçu, yiğitler yiğidi oğlu İbrahim çavuş Erzurum dağlarında kalmıştı. Baktıkça Koçaş dağı bir öksüz, bir garip bakar olmuştu Esme kadına. Aydınlı Koca İbrahimlerden Tan Süleyman pehlivanın oğlu İbrahim Çavuş, Erzurum dağlarında  vatan için, millet için, namus için hakka varmıştı.
Yıllar yılları kovaladı. Gün geceye kavuştu. Günler hafta, haftalar ay, aylar yıl oldu. Çok zor zamanlar geçirdi Esme kadın. Üç kızını çırak çıkardı (everdi). Durmuş büyümüş, anasının kanadına yapışmıştı. Arada sırada oğlu İbrahim’i görürdü düşünde Esme kadın. İlk askere saldığı gün gibi görürdü bazen, bazen de izinden dönerken ki halini görürdü. Üstünde çavuş üniforması, Kalkamaktan uğurladığı gündeki gibi. Durmuş evlenmiş, ilk bebesi altı ay yaşamış ve ölmüştü. Zühre gelin ikinci bebesini doğurdu. Adına Dursun dediler. Yaşasın diye. Sonra Durmuş kalkıp askere gitti. Riyaset-i Cumhur Muhafız Alayında asker oldu Durmuş. Pek sevindi esme kadın; “İbrahim’imin kumandanını koruyor oğlum. Çanakkale’de kumandanıymış Kemal Paşa. Durmuşum ağasının kumandanını koruyor.” Derdi konu komşuya.
Bir gün köy muhtarı Rıza Efendi elinde bir mazbata ile geldi Esme kadının yanına. Orak harman zamanıydı. “Golay gelsin Esme bılla (abla)!” dedi muhtar. “Sağol bıllam, hoş geldin Irza.” diye mukabele etti Esme kadın. “Hayrolsun bıllam?” Muhtar atından inip ardıcın gölgesinde bağdaş kurdu. “Hayır bılla, hayır. Tefenni’den şubeden geliyon. Sene maaş bağlanmış İbrahim’den dolayı. Yazısını verdiler. Gelip alsın maaşını dediler. Kağıdını vermeye geldim.”  diyerek elindeki kağıdı verdi Esme kadına.  Bir ayran ikram etti muhtara Esme kadın. Muhtar ayranı içip, atına atladı ve oradan uzaklaştı. Durmuş hanımı Zühre gelinle ekin biçiyordu. Bir atlının alacıktan (yayla evi, taş duvarla yapılır. Üstüne ağaç kabukları ve ağaç dallarıyla çatı yapılır ki, son güze kadar orada kalınırdı.) uzaklaştığını görünce vardı anasının yanına. Anacığı Esme kadın yeni alfabeyi bilmiyordu. Durmuş askerlik yaptığı Riyaset-i Cumhur Muhafız Alayında yeni alfabe ile okuma yazmayı öğrenmiş ve ağası gibi çavuş olmuştu. Elindeki kâğıdı aldı anasının. Okudu, anasının yüzüne baktı. “Ne diyor oğul?” dedi Esme kadın merakla. “Ağam şehit olduğu için, sene vatani hizmet tertibinden aylık bağlamış ana devlet.” dedi Durmuş. “Aylığın Tefenni’de mal müdürlüğündeymiş. Gel al deyorlar.” diyerek açıkladı durumu. 13 sene olmuştu İbrahim şehit olalı. Neler gelip geçmiş, neler neler olmuştu. Ama acısı her daim yeni, her daim tazeydi. “Kaç para değer biçmişler oğluma, kaç para bedel vermişler kınalı koçuma?” dedi Esme kadın… “Üç ayda bir 2700 kuruş ana. Aylık 900 kuruş.” dedi Durmuş. “Benim yiğidimin bedeli üç aylık 27 lira mıymış hele? 27 lira mıymış vatan için can vermenin bedeli? 27 lira mı ediyormuş koç yiğidimin ederi? Söylesene Durmuş Efendi; 27 lira mı ağanın değeri?” Bağırıyordu Esme kadın. Zoruna gitmişti besbelli. Cana bedel ödenmesi, oğlunun vatan için, millet için, namus için şehit düşmesine değer biçilmesi zoruna gitmişti. “Ana ne var bunda? Seni muhtaç diye, ihtiyacı var diye düşünmüş devletimiz. Hem üç ayda bir 27 lira eyi para. Bi öküz parası. Sene bedel ödemeyo devlet. Sadece ihtiyacın var diye veriyo. Hem neden kötü? Bak dört nüfus olduk. Beşincisi yolda. Emme gine de sen bilirsin.”  Usul usul, yavaş yavaş konuşuyordu Durmuş. Karısı Zühre gelin çatlama gebeydi yine. Belki oğlan olurdu. Beş kişi olacaklardı bebek doğunca. Üç ayda bir de olsa 27 lira iyi paraydı. İki aylıkla öküz alırdı bi çift kendine. Dalaman tarafına öküz aramaya gitmezdi baharda. Anasının yüzüne baktı. Koca bir keder bulutu gelip çökmüştü Esme ananın yüzüne. Oğluna bakıyordu. Tıpkı ağasına, İbrahim’e benziyordu Durmuş. Pehlivandı, güreşlere gidiyordu ağası gibi, Çavdıra, Dirmil’e, Elmalı’ya gidip güreşirdi.  Hatta Elmalı’dan ödül olarak bi koç bile getirmişti. “Haklı” diye düşündü Esme ana, eyice paraydı 27 lira üç aylık. Yine de ses etmedi, Ecek pınarına doğru yürüdü. “Pazar ertesi gitmeli Tefenni’ye, sorup öğrenmeli neyin nesidir.”
Erken yatardı Esme ana; yatsıyı kılar, biraz Kuran okur, okuduğu Kuranı İbrahim’le şehitlere bağışlar ve yatardı. Sabah da ezan okunmadan ayaktaydı. Lakin bu gece uyuyamamış, bir türlü uyku tutmamıştı. Yanıyordu her yanı. Tarifsiz bir ateşin içindeydi. Bir ara uyudu mu, uyanık mıydı bilmiyordu ama alacığın kapısında İbrahim beliriverdi. Sağ kolu yoktu. Sol eliyle kolunu tutuyor, anasına bakıyordu. Bakışlarda öyle bir hüzün ve öyle bir öfke vardı ya, biraz önce yanan Esme ana buz kesilmişti birden. Sessizce sırtını dönüp gitti İbrahim. Sabah ezanı okunana kadar dışarıda oturdu Esme ana. Hayal miydi, yoksa gerçek mi? İyi de İbrahim öleli 13 sene olmuştu. Gelmesi zaten imkânsızdı. Erzurum dağında kalmıştı İbrahim. Künyesi gelmişti. Hem ölü adam nasıl gelecekti? Sabah namazını kıldı esme ana, gelinini kaldırdı. Hamur yoğurmasını söyledi. Ecek pınarına suya gitti kendisi. Pınarın başına varırken kayanın başında birisini gördü. Hiç kımıldamıyor, sol eliyle sağ omzunu tutuyor, kendisine bakıyordu. “İbrahim, oğlum!” diyebildi sadece… Esme kadın epeyce gelmeyince Zühre gelin kocası Durmuş’u kaldırmış, Ecek pınarına salmıştı. Pınarın başına vardığında anasını baygın buldu Durmuş. Elini yüzünü suyla yıkadı. Kendine geldi Esme kadın. “Ne oldu ana? Griz mi geldi?” diye merak endişe ile sordu Durmuş. “Yok oğlum, ayağım kaydı herhal, düşmüşüm.” dedi Esma ana. Diyemedi bu gece ağan alacığa geldi, demin de pınarın başındaydı diye. Dese kesin “delirmiş anam” derdi Durmuş. Demedi, diyemedi.
Taş pazarında Çavdır’da mal pazarı kurulur,  ertesi günü yani Pazartesi günleri de bezirgânlar, satıcılar gelir sebze, meyve, kumaş gibi şeyleri satarlardı. Esme kadın pazartesi günü gidecekti Tefenni’ye. Oğlu Durmuş’a “Çavdır pazarına iki kuzu götür sat. Geline basma al. Artan parayı da getir. Tefenni’ye gedecen Pazar ertesi.” dedi sabah ile. “Tamam ana, iki erkek kuzu vardı, onlarla üç de koca koyun var. Götürüp satayım.” diye cevap verdi Durmuş. Oğlu pazara koyunları götürürken geliniyle birlik ekin biçmeye gitti Esme kadın. Öğlen olmadan, hava kızmadan gelinine “Hadi kızım sen eve git. Yemek hazırla, ben azıcık daha biçeyim. Durmuş gelir az sonra.” Diyerek gelinini eve salmış, kendisi de kuşluk namazı kılmak için abdest almaya kör kuyunun başına varmıştı. Abdest alırken birden sanki kuyunun içindeki suya oğlu İbrahim’in siması vurdu. Yüreği sıkıştı birden. Acı bir sızı girdi yüreğine. Olduğu yere çöküp kaldı bir süre. Abdestini alıp kuşluk namazını kıldıktan sonra her zaman yaptığı gibi biraz uyumak için ardıcın altına uzandı. Sanki altına uzandığı ardıç ağacı değil de, başında İbrahim bekliyordu. Düşünde kendini hiç tanımadığı, başı karlı ve dumanlı dağlarda buldu Esme kadın. İçi yanıyor, bir yudum su diye aramadık yer bırakmıyordu. Bir ara oğlunu, şehit İbrahim’i gördü. Sağ kolu yoktu. Sol elinde kalaylı bir su tası vardı. Oğluna doğru koştu, “Oğlum çok yandım bir yudum su!” diye inledi. İbrahim hiç konuşmuyor, sol elinde tuttuğu su tasını anasına uzatıyordu. Eline aldı tası, tam içecekti ki; tasın içindeki su kan olmuştu! Yüzüne baktı İbrahim’in, ağlıyordu oğlu. Ama gözlerinden yaş değildi, kandı akan. “Ana kalk, uyan ana!” diye omuzlarını sarsan gelininin sesi ile uyandı. Kan ter içinde kalmış, ağzı dili kurumuştu Esme ananın. Zühre gelinin elinde kalaylı su tası vardı. Tanıyıverdi Esme ana bu tası. İbrahim Çanakkale harbinden izine geldiğinde anasına hediye getirmişti bu Kütahya işi tası. Kalaylatırdı her sene. Kullandırmazdı kimseye. Düşünde İbrahim’in su verdiği tas idi bu. İçi kan dolu olan tas.
Sabaha kadar uyuyamadı yine Esme kadın. Tan atana kadar hep oturdu ocaklığın başında. Bir ara uyudu mu, kendinden mi geçti hatırlamıyordu. Kendini yine karlı dağlarda, çöl ovalarda, tanımadığı yerlerde gördü. Dudakları kurumuş, ciğerleri yanıyordu susuzluktan. Bir an kör kuyuyu gördü, eğildi içmek için, kan oldu kuyu. Ecek pınarını gördü, kan akıyordu. Kalaylı tası gördü, içi kan doluydu. Alacığın önündeki ardıcın dibinde oğlunu, İbrahimi gördü. Koştu oğluna, sağ kolundan kan akıyordu, yüzüne bile bakmadı İbrahim… Kalktı yürüdü bilinmez yerlere. Baktı Esme kadın, bakakaldı ardından. Ardıcın dibinde bir kara öküz peydah oldu ya, gözleri kanlı, burnundan kan damlar… Uyanıverdi Esme kadın, uyuyakalmıştı ocaklığın başında. Oğluna seslendi; “Durmuş, kalk oğlum. Tefenni’ye gideceğiz. Hazırlan!” dedi.
Oğlu Durmuş ile birlikte Tefenni’ye vardıklarında vakit kuşluk olmuştu. Doğruca şubeye gittiler. Şube süvari alayının hemen yanı başında tek katlı taş bir bina idi. Bekletmediler Esme kadını, doğruca şube başkanının yanına çıkardılar. Elindeki kâğıdı uzattı Esme kadın. Şube başkanı olan binbaşı kâğıdı alıp okudu. “Maaşını bizden değil, mal müdürlüğünden alacaksın teyze.” dedi. “Yok, kumandan bey oğlum, ben mayış almaya gelmedim. Bu mayış nerden iptal edilir onu sormaya geldim. Sen bilirsin diye geldim yanına.” Dedi Esme kadın. Şube başkanı Binbaşı bu yoksul kadına dikkatlice baktı. Üstte yok, başta yok misali, tepeden tırnağa fakirlik akıyordu Esme kadının halinden. “Teyze neden iptal ettiriyorsun? Al işte, belli ki ihtiyacın var. Hem bu senin kanunen hakkın. Az mı gördün üç ayda bir 27 lirayı? Artar bu zamanla, al sen bu parayı.” Dedi binbaşı. “Kumandan oğlum, bu mayış nerden iptal edilir sen de hele bene! Boş ver azını çoğunu, ihtiyaç değil bene bu mayış!” diyen kadına bir daha baktı binbaşı. Bu millet bu yüzden asil, bu yüzden mağrur. Beş kuruşa hasret, neredeyse bir servet değerindeki maaşı kabul etmiyor. “Peki teyze, seni Kaymakamlığa göndereyim. Oraya istida ver. Oradan gelecek istida ile biz maaşı istemediğini Ankara’ya yazarız.” diyerek çağırdığı emir eriyle birlikte hükümet konağına gönderdi ana oğlu. Emir eri durumu oradaki memurlara izah edince Esme anayı aldılar Kaymakamın makamına. Kaymakam bu ufak tefek kadını görünce buyur etti. “Anlat hele teyze derdini, nasıl yardımcı oluruz sana?” dedi. Esme kadın; “Kaymakam bey oğlum, ben Kozağacı köyünden geliyorum. Benim oğlum şehittir. Bene muhtar bu kağıdı getirdi, mayış bağlamışlar sene dedi. Ben bu parayı istemeyon. Bu işi senin bildiğini, senin iptal edeceğini söyledi kumandan. Undan geldik yanına. Bi yardımcı oluvu anam.” Kaymakam bey, bu ufak tefek ama kocaman yürekli yiğit Yörük kadınına şöyle bir baktı. “Anacığım, görüyorum ki senin bu maaşa herkesten çok ihtiyacın var. 27 lira az para değil. Hele ki senin gibi ihtiyaç sahibi bir kadın için çok iyi para. Neden kabul etmiyorsun ki?” Esme kadın; “Kaymakam bey oğlum, ben oğlumu vatana adadım. Onun kanını para ile satmadım. Yarın huzuru mahşerde oğlumun yüzünü bana haram kılmasınlar. Alın paranızı sizin olsun. Ben istemeyon!” “Peki ana, dediğin gibi olsun.” diyen kaymakam bey kalem katibini çağırıp Esma ana için dilekçe yazmasını söyledi. Yazılan dilekçeye parmağını basan Esme ana sanki üstünden Koçaş dağı kalkmış gibi ferahladığını hisseti. Durmuş, hiçbir şey sormadı anasına. Yerini, yurdunu bilen kadındır anam, elbet bir bildiği vardır diye düşündü.
Esme kadın Tefenni’den döndüğünde Ecekteki alacığa gitmedi. Durmuş’u saldı gelinin yanına. Kendisi evde kaldı. Yatsıdan sonra her zaman yaptığı gibi Kuran-ı Kerim okudu. Bakara suresi 154 üncü ayetine geldiğinde “Allah yolunda öldürülenlere “ölüler” demeyin. Bilakis onlar diridirler, fakat siz hissedemezsiniz.” Sanki kapıda İbrahim belirdi. Sol elinde Ecekteki alacıkta kalan kalaylı su tası vardı. Hiç ses etmeden anasına verdi tası. Esme kadın tasın içine baktı. Buz gibi suyu içti, içti, içti… Ömrü boyunca bu kadar lezzetli, bu kadar güzel, hoş su içmemişti. İbrahim’in ona gülümsediğini gördü.
Ezan okunurken  uyandığında rahlenin önünde uyuyup kaldığını gördü. Hepsi de bir düşümüş dedi. Rahlenin dibinde kalaylı su tası duruyordu…Onu alıp çanaklığa koydu, namazını kılıp Eceğe doğru yola çıktı.
Esme nenem 20 Şubat 1952 günü vefat etti. Her zaman “Ben bu vatana kınalı bir koç hediye ettim. Ahir ömrümde Kevser ırmağının suyundan içtim.” der idi.. Kutlu tini şad olsun.
18 Mart 2020 Kudret HARMANDA
(Esma Ersanım’ın torunu Dudu Harmanda ve Dursun Özyağcı anlatımıyla. Ruhları şad olsun.)
Not: Şehit Tan Süleyman Oğlu İbrahim’in Erzurum Hasankale’de (Pasinler) muharebe esnasında sağ koluna isabet eden bir top mermisi ile şehit olduğu 1965 senesinde kardeşi Durmuş’a Burdur Yeşilovalı bir asker arkadaşı tarafından anlatılmış, merhume Esma nenem oğlunun hep sağ kolunun olmadığı şekli ile düşünde gördüğünü söylemiştir.